Komşularla Sıfır Sorun’dan Mavi Vatan’a Yeni Türkiye’nin Dış Politikasındaki Değişim
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarının ülkeye barışçı bir kimlik kazandırmak istemelerinin önemli sebeplerinden biri, şüphesiz, Osmanlı Devleti’nin sancılı parçalanışına şahitlik etmiş olmalarıydı. Osmanlı’nın yorgun ve ağır yaralı bir ardılı olarak doğan fakat onun yanlışlarını tekrarlamamayı hedefleyen Türkiye, dış politikada uzun yıllar boyunca kurucu lideri Kemal Atatürk’ün ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ ilkesine uygun hareket etti. 1923’teki kuruluşundan sonraki yıllarda çatışma ve ihtilaftan uzak duran ve II. Dünya Savaşı’nda bile tarafsız kalabilmesiyle övünç duyan yönetim kadroları, ülkeyi NATO ve Avrupa Birliği gibi pasifist projelerin parçası yapmak için efor sarf ettiler. Bu barış ve tarafsızlık odaklı dış politika, her ne kadar Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının ilk yıllarında devam etse de, yıllar içinde önemli bir değişime uğradı.
Laik cumhuriyetin Türkiye’yi İslam dünyasından uzaklaştırdığına ve ülkenin Ortadoğu’ya daha çok liderlik etmesi gerektiğine inanan AKP hükümetleri, Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) ve Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) gibi yüksek bütçeli devlet kurumları vasıtasıyla, Osmanlı’nın bir zamanlar hakimiyet sürdüğü coğrafyada Türkiye’yi görünür kılmak için çaba sarf etti. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ‘komşularla sıfır sorun’ politikası, Türkiye’nin Müslüman Ortadoğu’nun barışçı ve arabulucu liderliğine talip olmasının açık bir ilanıydı. Ne var ki, dönemin konjonktürü buna pek müsaade etmedi. Suriye başta olmak üzere, Ortadoğu’nun birçok ülkesinde rejim değişiklikleri ve çatışmalar patlak verirken, Türkiye kendisini muhafazakar iktidarın ideolojisine yakın bulduğu gruplara destek çıkan ve komşularının iç politikalarına karışmaktan imtina etmeyen bir ülke olarak konumlandırdı. Suriye’de Esad rejimini karşısına alan yönetim, Mısır’da darbeci general Abdülfettah es-Sisi’ye karşı Müslüman Kardeşleri destekledi. ‘Yeni Türkiye’, Erdoğan’ın sıkça sözünü ettiği ‘Bîtaraf olan bertaraf olur’ mesajına uyumlu halde, dış politikada pasifliğiyle ve tarafsızlığıyla övünen bir ülke olarak kalmak yerine, iktidarın ideolojisine yakın hissettiği Sünni-Müslüman grupların ‘hak arama’ mücadelelerine ortak olan bir tarz benimsedi.
Türkiye bugünlerde bu dış politika tarzının getirdiği bir takım handikapla karşı karşıya. Ülkenin bölgede nüfuz alanını genişleten bir güç olma kararlılığı, İsrail, Mısır, Yunanistan gibi aktörlerin direnişine ve yeni bir Osmanlı yayılmacılığına karşı teyakkuzlarını arttırmasına sebep oluyor. Örneğin, İsrail’e karşı Filistin’i koruma içgüdüsüyle hareket eden Türkiye, Gazze’ye gönderdiği yardım gemisine İsrail komandolarının saldırması sonucu bu ülkeyle bozulan ticari ve diplomatik ilişkilerini kriz öncesi seviyeye getiremedi. Öte yandan, Mısır’da General Sisi’nin darbeyle kurduğu yönetimle sürtüşme halen devam ediyor. İkili ilişkiler henüz kapalı kapılar ardındaki düşük profilli görüşmelerin ötesine geçmiş değil. Türkiye’ye sık sık, Irak ve Suriye’de köktendinci gruplara destek çıktığı ve bazı Kürt grupları karşısına aldığı eleştirileri yöneltilirken, ülkenin güneydoğu sınırındaki hizipleşme, etnik çatışma ve demografik mühendisliklerdeki rolü de sorgulanıyor.
Türkiye’nin Osmanlıya öykünerek yön verdiği yeni dış politikası, iç siyasetinde yaşanan ve tarihe damga vuran bir takım gelişmelere paralel olarak bugünkü şeklini aldı. İktidarının ilk yıllarında liberal politikalar izleyen, Kürtlerle anlaşma zemini arayan ve Fethullah Gülen cemaati ile ortaklık yapan AKP yıllar geçtikçe önce liberal tabanını terk etti. 2016 yılındaki darbe girişiminden sonra Gülenciler ile birlikte Kürt siyasetçiler ve Kemalistlerin bir kısmı da hedef alındı. OHAL yardımıyla ve çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle siyasetteki, bürokrasideki ve orduda tehlikeli görülen unsurlar tasfiye edildi. Sonrasında ise, devletin karar mekanizmalarını cumhurbaşkanında toplayan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi tartışmalı bir referandumla kabul edildi. yetki sınırlarının muğlak olduğu bu yeni ‘fiili durumu’ yasalara uyumlu hale getirebilmek için gereken düzenlemeler Milliyetçi Hareket Partisi’yle kurulan ittifak sayesinde ivedilikle hayata geçirilebildi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2023, 2053 ve 2071 tarihlerine vurgu yaptığı bugünlerde, Türkiye’nin, Osmanlı’nın olası bir yeniden dirilişinin hayalini her zamankinden daha çok kurması bir tesadüf değil. Buna ek olarak, dış siyasette Osmanlı’nın geçmişteki başarılarına yapılan göndermelerin de milliyetçi-muhafazakar seçmeni memnun edecek basit popülist söylemler olarak görülmemesi gerekir. Zira, Ayasofya’yı yeniden camiye çevirme örneğinde olduğu gibi, rahatlıkla eyleme de dönüşebilen bu milliyetçi yönetim tarzının Türkiye’de hitap ettiği demografik yapı AKP-MHP seçmeninin çok ötesinde. Ayasofya benzeri hamlelere ses çıkarmanın aksine, sempati duyan seküler bir kesim de eklendiğinde, ülkeyi yeniden önemli bir yayılmacı güç olarak görmekten memnuniyet duyacak geniş bir milliyetçi bloğun tahakkümü etmesi söz konusu. Hal böyle olunca, bu çoğunluğun beklentilerine uygun bir siyaset yürütülmesi iktidarın ve yeni sistemin bekâsı için elzem hale geliyor. Günümüzde AKP hükümetinin ve cumhurbaşkanının oylarını koruyabilmesinin yolu, bu milliyetçi bloğa hitap edebilmesinden, Türkiye’nin süper güç olma iddiasının altını doldurabilmesinden ve dünyaya verdiği buradayım mesajının sertlik dozajından geçiyor.
İçerideki bu geniş milliyetçi bloğu memnun etmek için atılan ideolojik adımların ne kadarının dış politikada ülkenin pragmatik çıkarlarını temsil ettiği ise tartışma konusu. Zira hükümetin, Ortadoğu’daki İslamcı grupların hamiliğine soyunması ve ideolojik ayrılıklar yaşadığı bazı grupları hedef alması ülkenin uluslararası güvenilirliğini ve diplomatik ilişkiler ağını zedelediğine dair soru işaretleri mevcut. Bir zamanlar bölgenin örnek demokrasisi olmaya talip, arabulucu ülke rolündeki Türkiye’nin dış politikası, güçlü bir milliyetçi-muhafazakar koalisyonun şekillendirdiği iç siyaset endeksli bir gövde gösterisi aracı haline gelmiş görünüyor. Ülkenin dişlerini gittikçe daha çok gösteren ve her fırsatta yumruğunu masaya vurmaya meyilli bir ülkeye dönüşmesi, pragmatik paydada buluşabildiği ülkelerin sayısını da gitgide azaltıyor.
Türk Gölü’nde tartışmalı hak arayışı: Mavi Vatan Projesi
Türkiye’nin Akdeniz’de yaşadığı karasuları anlaşmazlıklarını ve gaz paylaşımı konularındaki haklılık payını analiz ederken değişmekte olan bu dış politika tarzını dikkate almakta fayda var. Akdeniz gerginliği her ne kadar diplomatik yollarla çözümü mümkün olan bir konu olsa da, Türkiye’yi yönetenlerin ülkeyi ‘dış güçlerin yıkmak istediği ülke’ retoriğine fazlaca kaptırması ve çözüm masasına oturmak için gereken iradeyi gösterip göstermedikleri hususlarında eleştirilebilecek noktalar bulunuyor. Bunlardan ilki karasuları konusundaki uluslararası çözümsüzlükle alakalı. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanımayan ve adanın kuzeyini işgal altında gören uluslararası kamuoyunun aksine, Türkiye’nin kendi güneyinde ve Kıbrıs’ın kuzey şeridindeki karasularında bir hak iddiası söz konusu. Bunun yanı sıra, Yunanistan’ın Akdeniz’deki adalarını münhasır ekonomik bölgesinin bir parçası olarak görmesi ve Türkiye’nin güney sınırına sadece iki, Yunanistan anakarasına ise 570 kilometre uzaklıktaki Kastellorizo (Meis) adasını buna dahil etmesi de meseleyi çıkmaza sokuyor. Bu yüzden, bu iki konunun çözümü konusunda atılacak her diplomatik ve pragmatik adım ciddi önem teşkil ediyor. Türkiye’nin mevcut siyasi sisteminde bu iradeyi görebilmemiz ise her zamankinden daha zor gözüküyor.
Türkiye’nin milliyetçi çoğunluğunun, Erdoğan’ın 2023 göndermesinin başlıca sebebi olan Lozan Antlaşması’yla (1923) halihazırda ciddi problemler yaşamaları ve bu antlaşmanın maddelerinin gözden geçirilmesi gerektiğini düşünmeleri, ülkenin diplomatik arenadaki güvenilirliğinin sorgulanmasına yol açıyor. Milliyetçilerin, Osmanlı tarihinde bir ‘Türk Gölü’ olarak görülen Akdeniz’de ve I. Dünya Savaşı öncesinde tartışmalı bir şekilde elden çıkan On İki Ada’da yeniden söz sahibi olunması gerektiğine olan inançları, Türkiye’nin Akdeniz’deki ‘hak arayışı’ iddiasının önüne geçiyor. Bu nedenle, Mavi Vatan Projesi, uluslararası mecrada Türkiye’nin Akdeniz’deki karasuları ve gaz rezervleri üzerindeki hak iddiasından çok, Osmanlıcı ve yayılmacı hedeflerinin bir tezahürü olarak öne çıkıyor. Öte yandan, gücün cumhurbaşkanında toplandığı ve bu gücü frenleyecek kontrol mekanizmalarının zayıf olduğu yeni hükümet sisteminde, Türkiye’nin dış politikası mutlak bir şekilde milliyetçi ittifakın kaderine bağlı hale getirilmiş gözüküyor. Bu da ülkenin, İsrail, Mısır, Kıbrıs gibi (milliyetçi-muhafazakar bloğun hazzetmediği) ülkelerle pragmatik paydalarda buluşabilmesini engelliyor. Türkiye’nin dış politikasını, iç siyasetinin malzemesi yapmasının ülkenin diplomasi yetisine ve ikili ilişki kurduğu ülkelerin çeşitliliğine verdiği zarar bir yana, Osmanlı’nın olası yeniden dirilişinin hayalleriyle şekillenen bölgesel güç olma planları dışlanmasına ve yalnızlaşmasına sebep oluyor.
Bugün Türkiye’nin iç ve dış siyasetinin agresifleşmesinin en gözle görülür maliyeti yabancı sermayenin ülkeyi terk etmesi ve bunun sonucunda yaşadığı ekonomik kayıplar. 2023 seçimlerine doğru kötüleşebilecek bir ekonomik tablonun yaratacağı oy kaybının telafisi için, önümüzdeki dönemde daha da hırçınlaşan bir siyasi ortam görmemiz olası. Burada sorgulanması gereken can alıcı nokta ise Türkiye’nin hangi dış politika tarzıyla prestijini, ciddiyetini, ve haklarını savunan kararlı duruşunu dış dünyaya daha çok kabul ettirebileceği. Retoriğini mütemadiyen ‘dış güçlerin Türkiye’ye beslediği düşmanlık’ üzerine kuran milliyetçi, tehditkar ve agresif bir tarzla mı? Yoksa dünyayla iletişim halinde olan, ortak paydada buluşabildiği ülke sayısını arttıran ve pragmatik çıkarlar üzerine kurulu bir tarzla mı?